Rusya Ukrayna’nın beşte birini işgal etmiş durumda.
Almanya’da Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller ve Liberaller koalisyon hükümeti 2. Dünya savaşından bu
yana en yüksek askeri bütçeyi onayladı.
Japonya İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından uluslararası anlaşmalarla da kısıtlanan
silahlanma harcamalarının önündeki yasal engelleri kaldırdı.
İsviçre dış politikasının en belirleyici prensibi olan “nötrlük/tarafsızlık” halini bozdu ve Ukrayna’ya
açıktan maddi ve silah yardımı yapma kararı aldı.
Fransa’nın son cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda sağ ve aşırı sağın temsilcisi yarıştı.
Avusturya’da sağ muhafazakar ÖVP son iki seçimde oyunu arttırarak birinci parti ve hükümet kurucu
oldu.

Hollanda’da muhafazakar sağcı Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD) 4. kez birinci parti
olarak seçilirken, aşırı sağcı – ırkçı partiler Özgürlük Partisi (PVV) ve Demokrasi İçin Forum Partisi
(FvD) büyük bir yükselişle parlamentoya girdi.
Macaristan’da diktatör Orban 5. kez, Polonya’da sağcı-muhafazakar Duda 2. kez başkan seçildi.
İtalya’da sağ popülist Beş Yıldız Hareketi hükümet ortağı, Almanya’da faşist / Nazi AfD parlamento
bileşeni olurken Yunanistan mahkemelerinin suç örgütü olarak tanımladığı Altın Şafak parlamentoya
giremese de seçmenlerin yüzde 3’nün oyunu aldı.
Bu örnekleri Latin Amerika’dan Asya’ya, Afrika’dan Ortadoğu’ya pek çok ülkedeki benzer gelişmelerle
çoğaltmak mümkün. Şüphesiz yanı sıra büyüyen halk muhalefetleriyle birlikte göz önünde
bulundurulmalı bu gelişmeler.
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra kapitalizmin 10 yıl dahi sürmeyen zafer sarhoşluğunun ardından
başlayan küresel sermayenin gericileşme, sağcılaşma, saldırganlaşma eğilimi, 2008 kriziyle hızlanarak
yoluna devam ediyor.
Covid 19 Pandemisi sürecinde ve sonrasında tırmanarak devam eden bu sağcılaşma eğilimi Rusya’nın
Ukrayna işgali ve son olarak NATO toplantısında karar altına alınan “Yeni Strateji Konsepti”yle
adeta level (seviye) atladı.
Aslında Putin’in 2007 yılında Münih’te gerçekleşen 43. Dünya Güvenlik Konferansında, ABD/NATO
otoritesini kabul etmediklerini ifade ederek ilan ettiği “çok kutuplu dünya” gerçekliği gelinen noktanın
esas belirleyicisiydi.
Türkiye’de AKP’yi iktidara taşıyan ve 20 yıldır orada tutan sermayenin küresel sağcılaşma eğiliminin
tırmanarak sürdüğüne dikkat çekmek için yaptım bu uzun girişi.
Şayet taktik ve strateji konuşacaksak sadece işçi sınıfının değil, sermaye egemenliğinin de
enternasyonal bir karakter taşıdığını dikkate almak zorundayız.

Sermayenin küresel rüzgarı Erdoğan’dan yana

Ne yazık ki küresel düzeyde esen sağcılaşma, gericileşme rüzgarı Erdoğan’ın yelkenini doldurmaya
devam ediyor. Kendimizi rahatlatmak ve iyi hissetmek için dönüp dönüp Erdoğan’ın çekildiği iddia
edilen ipine sarılmanın hiç bir yeri ve karşılığı yok yani!
Erdoğan iktidarından rahatsız olduğu düşünülen bu devletlerin Rusya savaşını bahane ederek
üniversitelerden Dostoyevski derslerini kaldıracak, Çaykovski’nin bestelerini repertuardan
çıkarttıracak, silah satmak için Afganistan’da Taliban’ın, Suudi Arabistan’da Kral Selman bin Abdülaziz
El Suud’un kapısında sırada bekleyecek tıynette oldukları akıllardan çıkartılmamalı.
Kapitalist-emperyalist devletlerin yapısal gerçekliklerine bir de aktüel enerji krizleri, gıda-gaz-petrol
tedarik yolları, jeopolitik ihtiyaçlar eklendiğinde Erdoğan’ın NATO toplantısından nasıl güçlenerek
döndüğünü anlamak o kadar da zor olmasa gerek!

Belirleyici olan iç dinamiklerdir

Küresel sermayenin Erdoğan iktidarına pragmatik desteği şüphesiz sonsuz ve sarsılmaz değil. Bu
desteği kaldıracak, Erdoğan’ın ipinin gerçekten çekilmesini sağlayacak olan, içeride gelişecek güçlü
toplumsal muhalefettir.
Dünya tarihinde hep olageldiği gibi, sermaye iktidarı yükselen halk hareketini ya faşizmle,
diktatörlüklerle ezmek ya da sosyal demokrasiyle kontrol altına almak ister. Sık yapılan bir siyasal
analiz hatasının aksine sosyal demokrasinin yükselişi toplumsal hareketin önünü açmaz, sosyalist,
ilerici toplumsal hareketlerin yükselişi egemenleri sosyal demokrasiyi devreye sokmaya zorlar.
Dolayısıyla hem AKP-MHP faşizminden kurtulmanın hem de restorasyoncu muhalefeti aşmanın yolu
güçlü bir toplumsal hareket yaratabilmemizden geçiyor.
Peki ama nasıl?

İkili hedef

85 milyonluk Türkiye nüfusunun en kabaca 5 milyonluk büyük ve orta sermaye, rantiye ve asker-polis-
yargı-yüksek bürokrasi nüfusunu çıkartırsak, geriye kalan 80 milyonun (bilinçli ya da bilinçsizce)
hülyası olan insanca yaşam koşullarına ulaşabilmelerinin önünde bugün için iki büyük engel duruyor.
Birincisi, faşist AKP-MHP Cumhur İttifakının iktidarından kurtulmak.
İkincisi, Millet İttifakının restorasyoncu tuzaklarına takılmadan Demokratik Cumhuriyet yürüyüşünü, o
cumhuriyet sosyal bir karakter kazanıncaya dek sürdürmektir.
Bu iki sınavdan birincisi daha çok taktiğin, ikincisi ise stratejinin konusu. Diğer bir söyleyişle birincisi
politik esneklik ikincisi ise programatik / ilkesel netlik gerektirmekte.
Biraz açalım.
Küresel sermayenin gerici rüzgarını arkasına almış, 20 yıllık iktidarla devletin neredeyse tüm
kurumlarını, zorunu, ideolojik aygıtlarını, imkanlarını, medyanın büyük kısmını ele geçirmiş Saray
faşizmi, konjonktürün kendisine sunduğu fırsatları değerlendirerek son bir hamleyle iktidarını
kalıcılaştırmak, faşizmi kurumsallaştırmak istiyor.
Ancak şöyle bir sorun var ki, Erdoğan iktidarı tüm dönemlerinin en zayıf halini yaşıyor. “Olağan
koşullarda” yeniden iktidar olmayı rüyasında dahi görmesi çok zor. Mamafih “olağan koşullarda”
değiliz. Hatta uzatmalı bir olağanüstü hal içerisindeyiz.
Ekonomik, siyasi, ekolojik, insani boyutlarıyla çoklu bir kriz içerisinde iktidarını devam ettirmek
isteyen Cumhur İttifakı, kendisini seçim kazanacak bir düzleme taşıyamasa da muhalefet güçlerini
seçimi kaybetmeye mahkum edecek taktikler geliştirmeye çabalıyor. Her türlü hile, hurda, hırsızlık,
baskı, şantaj, devşirme, çalma, çırpma yöntemini kullanarak ne olursa olsun iktidar koltuğunu
korumak istiyor.

Restorasyoncu Altılı Masa

Başını CHP’nin çektiği Altılı Masa muhalefeti ise rejimin 100 yıllık temel tıkanıklıklarının neredeyse hiç
birine dokunmadan, AKP öncesi antidemokratik statükoyu restore etmek istiyor. Tek adam iktidarının
sistemi olan Cumhurbaşkanlığı Sistemi yerine kuş mu deve mi olduğu belirsiz “Güçlendirilmiş
Parlamenter Sistem” vaat etmek dışında dişe dokunur bir program ortaya koyamıyor.

Bu düzen içi muhalefet öbeğinden elbette kapitalist sistemi aşacak bir perspektif beklemiyoruz ancak
şu ana kadarki performanslarının en geri burjuva demokrasisinin gereklerini dahi yerine getirmekten
uzak olduğunu belirlemek durumdayız. Örneğin bugünlere gelinmesinin en temel nedenlerinden olan
Kürt (ve diğer milliyetler) sorununun nasıl çözüleceğine, Alevilerin eşit yurttaşlık haklarına, kadınların
ve LGBTİ+ların cinsiyet eşitliği ve özgürlüğü taleplerine ilişkin genel geçer laflar dışında sunulan tek bir
anlamlı öneri yok!
Kaldı ki Altılı Masa, neoliberal politikaları en iyi kendilerinin uygulayacağı, sermaye için en kârlı yatırım
alanlarını kendilerinin yaratacağı, küresel sermaye devrelerine en efektif kendilerinin iktidarında
entegre olunabileceği hususunda Cumhur İttifakıyla yarışır durumda.
Haklarını yemeyelim, elbette tek adam diktatörlüğüne, kazanılmış bütün demokratik kurumları ilga
etme hedefiyle hareket eden (ve bunu büyük oranda başaran) Erdoğan iktidarına göre ehveni şer bir
gerçekliği var Millet İttifakının. Ancak bu ehveni şer durum ezilenler ve emekçilerin kurtuluşu için asla
yeterli olamaz.

Seçimler hâlâ mücadelenin önemli uğraklarından biri

Hal böyleyken HDP, toplumsal muhalefet ve demokrasi güçleri ne yapmalı?
Şüphesiz Demokratik (ve devamında sosyal) Cumhuriyet hedefine sadece seçimler zemininden
üretilmiş politika, taktik ve araçlarla ulaşılamaz. Bu düpedüz bir toplumsal ve siyasal devrim sürecidir.
Ancak seçimler halen bu mücadelenin en önemli uğraklarından biri olma özelliğini koruyor.
Erdoğan / Cumhur İttifakı iktidarını, bir kez daha seçim turnikesinden geçirmeden sürdüremez.
Bundan imtina ettiği her durum sadece düzen dışı güçlerin değil, kimi düzen içi güç odaklarının da
(sermayenin bir bölümü, derin devletin Erdoğan’ın kontrolünde olmayan kesimleri -Ergenekon- ve
bunların siyasal, toplumsal, uluslararası izdüşümleri) karşı atağa geçeceği bir kaotik ortam
yaratacaktır.
Öyleyse bizler bu süreçteki taktik ve stratejimizi seçimler gerçekliğini dikkate alarak üretmek
zorundayız.

Erdoğan’a / Cumhur İttifakına kaybettirmek

HDP esasında son iki kongredir ve 2019 seçimlerinde bu tabloyu doğru çözümleyen bir taktik ve
perspektifle hareket ediyor. Bir yandan öncelikli görev olarak Erdoğan iktidarının ilgasını sağlayacak
esneklikte taktikler geliştirirken, diğer yandan da restorasyoncu sistem içi güçler karşısında demokrasi
mücadelesini büyütecek ittifakları ve mücadele hattını geliştiriyor.
HDP’nin son seçimlerde başarıyla uyguladığı “Batı’da Cumhur İttifakına kaybettirmek, Kürdistan’da
HDP’yi güçlendirmek” taktiği sonucu Erdoğan iktidarı bu günkü yalpalayan, sürekli eriyen ve
kaybetmeye en yakın haline gelmiştir. Şayet HDP bu politik ustalığı ve taktik esnekliği gösterememiş
olsaydı, bugün her alanda sarsılan Erdoğan Hegemonyası çok daha güçlü hale gelmiş olacaktı.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, HDP bu taktiği Millet İttifakından demokratik açılım beklediği için
belirlemedi. Bu taktikle HDP ne bağrına taş bastı, ne de kasabın bıçağını yaladı. Stratejik ve taktiksel
olarak ne yapmak istediğini çok iyi bilerek kendi mücadelesinin, demokrasi güçlerinin ve toplumsal
muhalefetin önünü açacak bir hamle gerçekleştirdi. Cumhur İttifakının muhalif kitleleri umutsuzluğa
gömecek ve hegemonyasını pekiştirecek bir zafer kazanmasını engelledi.

Şimdi erken ya da zamanında seçimlere doğru giderken bu taktik perspektif halen geçerliliğini
koruyor. Cumhurbaşkanlığında Erdoğan’a kaybettirmek, Cumhur İttifakının meclis çoğunluğunu
kazanmasını engellemek, faşizmin kurumsallaşmasını durdurmak ve demokrasi mücadelesinin önünü
açmak için hâlâ öncelikli görevimiz.

İlkesel mi taktiksel mi?

HDP’ye aynı zamanda muhalif kitleler içerisinde prestij ve destek kazandıran bu taktik ustalığı
sürdürmek Millet İttifakına bir lütuf ya da oradan beklenti içerisinde olmak anlamına gelmez. Elbette
bu taktik bir yandan da Millet İttifakını demokratik adımlar atmaya zorlayacaktır ancak bizim için esas
önemli olan faşist iktidarın ilgası ve restorasyoncu güçlere karşı gerçek demokrasi mücadelesinin güç
kazanmasıdır.
O yüzden, HDP Eş Başkanlarının, sözcülerinin ve kimi vekillerinin zaman zaman dile getirdikleri “ilkeli
ittifak” yaklaşımı esasında stratejik perspektifimizin (Demokratik Cumhuriyet) muhtevasına ters.
Bizim Millet ittifakıyla ortaklaştıracak bir ilkeler manzumemiz yoktur. Apaçık şekilde Millet ittifakı
sermayenin, HDP ve Demokrasi ittifakı emekçilerin ve ezilenlerin ilkesel perspektiflerine göre
davranıyor. Altılı Masa ve Millet İttifakı HDP’nin mümkünse siyaset sahnesinden tamamen silinmesini
ve onu destekleyenlerin kendilerine mecbur kalmasını istiyor. Sistemsel meseleleri geçtik, rejimin
temel sorunlarına ilişkin vaat edilen politikalarda HDP’nin programının yanına dahi yaklaşmıyor.
Meseleyi bu netlikte ortaya koyduğumuzda Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bizim için söz konusu
olanın ilkesel değil taktik bir ittifak olduğu yeterince açık değil mi? Ve üstelik HDP neden kendisini
sürekli olarak esas değil de “ek güç” olarak tanımlasın ki! HDP yöneticilerinin bir bölümünün diline (ve
belli ki aklına da) yerleşmiş olan “sonucu tayin edici ek güç” yaklaşımından hızla vaz geçilmeli ve tüm
söylemler, taktikler Demokratik Cumhuriyete doğru yürüyüşün “ana gücü” perspektifi üzerine inşa
edilmeli.

Demokrasi İttifakı ve Demokratik Cumhuriyet

Faşizme karşı en geniş antifaşist kesimle (sistem içi güçler dahil) taktiksel senkronize hareket;
Demokratik Cumhuriyet için emekçi ve ezilen toplumsal dinamiklerle, demokrasi güçleriyle stratejik
ittifak bizlere önümüzdeki dönemi kazandıracak olan biricik perspektif.
Gücünü, birikimini ve enerjisini HDP’de kolektifleştirmekten imtina eden (hatta ayırmayı tercih eden)
6 partiyle birlikte sürdürülen Demokrasi İttifakı görüşmeleri tüm eksik ve zaaflarına karşın Demokratik
Cumhuriyet’in inşası için oluşturulabilmiş en önemli mevziimiz.
Bu ittifaka atfedilecek en ucuz anlam onu sadece bir “seçim ittifakı” olarak tanımlamak olacaktır.
Kendisini devrimci, antiemperyalist, sosyalist sayarak Demokrasi İttifakına katılmayan kerameti
kendinden menkul kimi sol güçlerinin bir başka versiyonu sayılabilecek bu yüzeysel bakış, toplumsal
mücadelenin gelişmesini parlamentoya kaç vekil sokacağının hesabına kurban etme ufuksuzluğuyla
maluldür.
Oysa yapmamız gereken Demokrasi İttifakını inşasına soyunduğumuz Demokratik Cumhuriyetin
kurucu meclislerinin bir nüvesi olarak görerek, onun hızla gerçek toplumsal özneleriyle ve tarihsel
dinamiklerle buluşmasını sağlayacak bir yol haritası çıkartmaktır. Seçimler ancak ve ancak böyle
kurgulanmış bir mücadele programının içerisinde sıçrama tahtası işlevini görebilir ve parlamentoda
ezilenlerin, emekçilerin en geniş, en güçlü temsiliyetin aracı olabilir.