2. Sayı (Mayıs 2022)

AKP’nin sınıfsal temelini oluşturan sermaye, bezirganlıkla post-modern burjuvalığı harmanlamaktadır. AKP’nin zihin yapısı da bu maddi temeller üzerinde şekilleniyor. Keza AKP’nin dış politikası da…

Türkiye’nin, bugün savaşmakta olan Ukrayna ve Rusya’nın her ikisi ile de, farklı düzeylerde ve nitelikte olsa da oldukça gelişkin ilişkileri var. Ukrayna ile ilişkiler “stratejik ortaklık” olarak tanımlanıyor ve ekonomiden politikaya, savaş sanayiine kadar pek çok alanda yoğunluğu artarak devam ediyor. Rusya ile ilişkiler ise çok daha karmaşık, çelişkili, git-gelli sürüyor, rekabet hatta husumet ile işbirliği kimi zaman aynı anda yan yana yürütülüyor, kimi zaman birbirinin yerini alıyor.

Dış politikaya ilkeler değil sermayenin çıkarları yön veriyor

24 Şubat’ta patlayan savaş karşısında ise Türkiye başından itibaren ve istikrarlı biçimde “Ukrayna’nın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik saldırı”yı kınadı ama asla Rusya’ya karşı dilini sertleştirmedi. İki ülke arasında en kısa zamanda barışın sağlanması gerektiğini savundu. Savaşın ilk günlerinden beri iki ülkeye (esasında Rusya’ya) ara buluculuk teklifinde bulundu. Putin bu teklifi başta reddetse de, savaşın gidişatı içinde bu öneriye kapıyı aralık tuttu. Nitekim bu çerçevede Rusya ve Ukrayna arasındaki ateşkes görüşmelerinin bir bölümü İstanbul’da yapıldı. Ayrıca Dışişleri Bakanları düzeyinde bir ikili görüşmeye ev sahipliği yapıldı.

Türkiye’yi bu “barışçı” politikaya iten, ekonomik ve jeo-stratejik çıkarlarıdır. Bu savaş zaten ağır bir kriz içinde olan Türkiye ekonomisi üzerinde yıkıcı etkiler yarattı ve yaratmaya devam ediyor. Ayrıca Türkiye’nin ‘dünya dengelerindeki güç kaymalarından yararlanarak kendisine çevresindeki bölgelerde hareket alanı açma’ yönelimi de, (Ukrayna üzerinden) Batı ile Rusya arasında erken bir çatışma/savaş ile çelişiyor.

Ancak Türkiye’nin dış politikasına yön veren unsurlar “etik”, “insani kaygılar”, “hukuk” hatta “din” değil, AKP’nin dayandığı sermaye grupları başta olmak üzere burjuvazinin maddi çıkarlarıdır, kasalarına giren paralardır. Yeter ki tek adam rejiminin tamtakır ettiği Hazine’ye üç beş milyar dolar girsin; yeter ki damadın şirketi 5-10 yeni İHA-SİHA satabilsin; yeter ki inşaat-taahhüt şirketlerine yeni iş alanları açılsın; tükürülenler yalanabilir, miting meydanlarında haykırılan hakaretler, yeminler yutulabilir ve her türlü aşağılanma göze alınarak dünün katilleri ve “darbeci”leri ile kucaklaşılabilir. (Bakınız: Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ile kurulan “kardeşlik” diplomasisi.)

Savaşın yarattığı fırsat: Karadeniz’in stratejik öneminin artması

AKP iktidarı, Ukrayna savaşı nedeniyle birçok yönden zorlanırken, bir açıdan, hiç beklemediği bir avantaj sağladı: Karadeniz’in jeo-stratejik bir önem kazanması…

Savaşın başından beri hem Ukrayna’ya destek verip hem de Rusya ile arasını bozmayan Türkiye, ABD-Avrupa’nın bu ülkeye yönelik sert ekonomik yaptırımlarına katılmama konusunda ısrarlı davranabildiyse bunu, kısmen, yeniden değerlenen stratejik konumuna borçludur.

ABD 1990’lı yılların başından (Sovyetler Birliği’nin çöküşünden) itibaren stratejisini en büyük olası küresel rakip olarak gördüğü Çin’i çevrelemeye, etkisini kırmaya göre yeniden oluşturdu. Bu, askeri güçlerini dünyanın diğer bölgelerinden (örneğin Ortadoğu’dan) tedrici biçimde çekip Güneydoğu Asya’ya, Çin’i kıskaca alacak şekilde yığma anlamını taşıyordu. Onyıllardır ABD bu stratejik yeniden konumlanmayı hayata geçiriyor.

Ancak Sovyetler Birliği’nin cılız mirasçısı Rusya’nın Putin’in yönetiminde, enerji kaynaklarının bolluğuna ve silah sanayiindeki teknolojik gelişkinliğine dayanarak başını kaldırması, bu arada Çin ile ittifak kurması ABD’yi planlarında değişiklik yapmaya zorladı. Rusya’nın da kuşatılması ve yeniden bir küresel güç olmasının engellenmesi gerekiyordu.

Kendisi de emperyal hevesler taşıyan ve Rusya İmparatorluğu’nu ihya etmeyi dış politikasının merkezine koyan Putin’in pervasızca Ukrayna’yı işgal etmeye ve kendi nüfuz alanına geri çekmeye yönelik saldırısı ABD’nin stratejisinde yeni bir düzeltmeyi zorunlu kıldı. Geçmişte Sovyetler Birliği’ni kuşatma stratejisi içinde önemli bir yer tutan, daha sonra bu önemini kaybeden Karadeniz, yeniden stratejik değer kazandı.

Karadeniz’de en uzun kıyıya sahip olan ve Karadeniz’in anahtarını (Boğazlardan geçişin kontrolü) Montrö Antlaşması gereği elinde tutan Türkiye yeniden kıymete bindi. Tayyip Erdoğan, bir kez daha yerde aradığını havada buldu! ABD Başkanlığına geldiğinden beri Erdoğan’ı kapılarda ve telefon başlarında aylarca bekleten, yüz vermeyen Joe Biden, Türkiye’ye verdiği önemi vurgulamaya başladı, görüşmeler sıklaştı. Türkiye’nin nicedir istediği F-16’ların satışının önü açıldı vb.

Bu yeni durum, Erdoğan iktidarına bir hareket alanı sağladı. Savaşın başından beri hem Ukrayna’ya destek verip hem de Rusya ile arasını bozmayan Türkiye, ABD-Avrupa’nın bu ülkeye yönelik sert ekonomik yaptırımlarına katılmama konusunda ısrarlı davranabildiyse bunu, kısmen, yeniden değerlenen stratejik konumuna borçludur. Avrupa Birliği ile ilişkilerinde kullanabileceği hiçbir argüman (“ortak değerler”, “demokratikleşme”, “Kürt meselesinin çözümü” vb) kalmayan, sadece “mülteciler şantajı”na sıkışan AKP dış politikası, şimdi bir nebze nefes almış görünüyor. Elbette buna, Avrupa sermayesinin ağzını sulandıran, TL’nin değer kaybetmesi nedeniyle emek-gücünün ve diğer maliyetlerin ciddi oranda düşüşünün yarattığı yatırım olanaklarını da eklemek gerekir. Bunun da AKP iktidarına açılmış bir kredi olduğu dikkate alınmalıdır.

Devletlerin dış politikaları, iç politikanın (sınıflar mücadelesinin) bir türevidir ve egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda şekillenir. Ama dış politikanın tarz ve yöntemlerinin şekillenişinde, siyasi iktidarda, egemen sınıfların hangi kliklerinin ağır bastığının da önemi vardır.

Bezirganlıktan post-modernizme

Türkiye’nin Ukrayna savaşı karşısındaki tutumu, AKP’nin genel dış politikasının yansımasıdır. O da, AKP’nin dayandığı sermaye gruplarının geldiği binlerce yıllık bezirgan geleneğinin derin izlerini taşımaktadır. Bu gelenek, nerede kâr ve sömürü olanağı olduğunu tespit konusunda derin bir yeteneğe sahiptir; çıkarlarının peşinde koşarken etik veya felsefi değerlerin farkında bile olmamanın “rahatlığı” içinde davranır; fırsat kollayıp zayıfın üzerine çullanır, güçlü karşısında ise tükürdüğünü yalamaktan, dalkavukluk etmekten gocunmaz; ilkeleri olmadığı için dün söylediğinin tam tersini bugün savunmaktan imtina etmez.

AKP’nin genel zihin dünyasında bezirganlığın yanı sıra post-modern düşüncenin de önemli bir payı vardır. Post-modernizmin “büyük anlatı”ları reddeden, yapıyı oluşturan unsurların tutarlılığını gerekli görmeyen, modüler yaklaşımı AKP’nin bezirganca düşünme biçimiyle kolayca buluşabiliyor. AKP’nin sınıfsal temelini oluşturan sermaye, bezirganlıkla post-modern burjuvalığı harmanlamaktadır. AKP’nin zihin yapısı da bu maddi temeller üzerinde şekilleniyor. Keza AKP’nin dış politikası da…

AKP (iç ve dış müttefikleriyle birlikte), Kemalist modernist devlet yapısını tasfiye ederken geleneksel dış politikayı da köklü biçimde değiştirdi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran cılız, korkak, savunmacı burjuvazinin dış politika düsturu olan “Yurtta sulh cihanda sulh”; artık Türkiye sınırlarına sığamayan TÜSİAD’cı tekelci “İstanbul burjuvazisi” ile bezirganlıktan gelip 1980 sonrasında hızla palazlanan ve tekelci sermaye kulübünün kapılarını zorlayan “Anadolu burjuvazisi”nin çıkar ortaklığıyla çöpe atıldı. Onun yerini saldırgan, savaşçı (militarist), her türlü fırsatçılığa açık, yırtıcı bir dış politika aldı.

Bugün Türkiye ekonomisinin içinde debelendiği krizin, emekçilerin yaşadığı yoksulluk ve sefaletin, işsizliğin en önemli kaynaklarından biri, başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına yönelik savaş, işgal, sömürgeleştirme politikalarının mali boyutudur.

Bu yeni dış politika hattı risklere girmeyi, insani kayıplar vermekten kaçınmamayı, başka ülkelerin topraklarına destursuz girmeyi ve oralarda üsler/kamplar kurmayı, ülkelerin haklarını birbirine karşı kışkırtmayı, bir yandan başta ABD ve NATO’ya, genelde Batı emperyalizmine sırtını dayarken diğer yandan Rusya ile flörtleşmeyi vb. tehlikeli oyunları kapsıyor.

Bu “yırtıcı” dış politika, bıçak sırtında yürütülen bir politikadır. Faturası Türkiye emekçilerine ve halklarına çıkarılacak çok ağır, utanç verici yenilgiler kapıdadır.

Başka bir açıdan bakarsak; bugün Türkiye ekonomisinin içinde debelendiği krizin, emekçilerin yaşadığı yoksulluk ve sefaletin, işsizliğin en önemli kaynaklarından biri, başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına yönelik savaş, işgal, sömürgeleştirme politikalarının mali boyutudur.

Muhtemel son: Duvara toslamak

İşte Ukrayna savaşı karşısındaki Türkiye dış politikası bu çerçeve içinde anlaşılabilir ancak. Türkiye, bir yandan Ukrayna’nın gönlünü sürekli verdiği dostluk mesajlarıyla çelerken, Bayraktar İHA ve SİHA’ları Rusya ordusuna ağır kayıplar yaşatırken, diğer yandan Rusya ile bağlarını koparmamaya, petrol, doğalgaz ve tahıl ithalatını sürdürmeye, Rus turistleri Antalya sahillerine çekmeye gayret ediyor.  Bir yandan içinde yer aldığı Atlantik İttifakı / Batı kapitalizminin merkezlerine, yenilenmiş stratejik konumunu en yüksek fiyattan satmaya gayret ederken, diğer yandan Rusya’ya mavi boncuk veriyor, yeni S-400’ler almaktan söz ediyor.

Bu, aynı anda farklı yönlerde atılan adımlarla yürütülen dış politikanın bir gün duvara toslaması kaçınılmazdır. Eğer emekçi kitleler ve halklar olarak bu maceracı ve çılgınca dış politikanın faturasını ödemek istemiyorsak, AKP-MHP iktidarını devirmekten başka bir yol bulunmadığını bilince çıkarmalı ve bunun gereğini yerine getirmeliyiz!