NATO’nun Madrid toplantısı
Türkiye tarihi bir seçimin sathı mailine girerken AKP-MHP faşist koalisyonunun
topluma sunacağı hiçbir vaat kalmamış bulunuyor. Ekonomik bunalımın toplumsal
krizleri katmerlendirdiği atmosferde, Erdoğan, iktidarını koruyabilmek için savaş
planlarını yeniden harekete geçirmeye çalışıyor. Ukrayna Savaşı’nın gölgesinde
uluslararası krizlerden istifade etmeye çalışması da seçim stratejisinin bir diğer unsuru
olarak okunabilir.
Ukrayna Savaşı ile gelişen puslu hava Erdoğan için bir fırsata dönüştü. İsveç ve
Finlandiya’nın NATO’ya katılma isteklerine karşı veto kartı gösterildi. Bir amaç,
oyun bozan aktör retoriğiyle iç politikaya oynamak, diğer bir amaç ise pazarlık
masasından belirli tavizler koparmaktı.
Erdoğan tarafından öne sürülen koşullar şunlardı: Türkiye tarafından terörle iltisaklı
kabul edilen kişilerin iadesi, YPG/YPJ ve PYD’nin “yasaklı örgüt” ilan edilmesi ve
SDG’ye giden yardımların kesilmesi, Türkiye’ye uygulanan silah satış ambargosunun
kaldırılması, Türkiye’nin talep ettiği F16 satışlarının gerçekleştirilmesi.
Öne sürülen koşullardan anlaşılacağı üzere bu talepler esas olarak ABD’yi işaret
ediyor. Fakat Biden bu noktada “bizim meselemiz değil” diyerek Türkiye’yi
savuşturdu. Sonuç olarak NATO’nun 10 yıllık stratejik yöneliminin belirlendiği
toplantı öncesi yapılan 4’lü görüşmede mutabakata varıldı. Türkiye, İsveç ve
Finlandiya’nın NATO’ya katılmalarına ilişkin vetosunu kaldırmış oldu.
Türkiye ne kazandı?
Mutabakatın hemen arkasından Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö ve İsveç
Başbakanı Magdelana Andersson çeşitli açıklamalarda bulundular. Niinistö, metinde
tek bir maddede YPG/PYD’nin adının geçmesinin Türkiye’nin ısrarlarıyla olduğunu
belirterek “terör örgütü demedik, bizim için değişen bir şey yok” diyerek bölgeye
insani yardımların devam edeceğini açıkladı. İsveç Başbakanı Andersson da
uluslararası hukuka bağlılığa vurgu yaparak hiçbir vatandaşın iade edilmeyeceğini,
kararın bağımsız yargıda olduğunu belirtti.
Mutabakatta “iade işlemleri hızla işleme konulacak” dense de Avrupa İade Sözleşmesi
ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne uyumluluk çerçevesine vurgu yapılıyor. Her
ne kadar “örgütlü suçlar kapsamında yerel mevzuatların güçlendirilmesi taahhüdü”
teyit ediliyor olsa da İsveç ve Finlandiya’nın ülkelerindeki mültecileri iade etmesi
beklenen bir durum değil. Nitekim bu ülkelerin kamuoylarında Erdoğan bir diktatör
olarak görülürken Türkiye’ye tavizler verilmesi de yoğun tepkilere yol açtı. Belki
Nesrin Abdullah, Aldar Xelîl gibi sembolik isimler artık alenen ağırlanmayabilir,
fakat Paris ya da Brüksel gibi başkentlerin kapıları bu isimlere hala açık.
Suriye’deki askeri harekatlar nedeniyle Türkiye’ye 3 yıldır uygulanan silah
kısıtlamalarının kaldırılması talebi karşılık buldu. “Taraflar arasında hiçbir ambargo
bulunmayacağı” teyit edildi. Fakat İsveç ve Finlandiya Türkiye’nin tedarik
zincirlerinde temel sağlayıcılar değiller. Ayrıca AB içerisinde birçok ülke silah
ambargosuna katılıyor, İsveç ve Finlandiya’nın taahhütleri diğerlerini bağlamıyor. Bu
nedenle sembolik bir “kazanım”dan öteye geçmesi mümkün gözükmüyor.
Mutabakattaki muğlaklıklar, İsveç ve Finlandiya’ya hareket alanı açıyor, silah
satışının tekrar başlatılması bürokratik süreçler içerisinde bekletebileceği gibi, iade
talepleri de yargı süreçlerine takılacak gibi görünüyor. Örgütlü suçlar, şiddet gibi
tanımlamalar ve yaklaşımlarda ortaya çıkan farklı görüşlerin ilerleyen süreçte ne
kadar ortaklaştırılabileceği soru işaretleri barındırıyor. Özetle Türkiye’de bu
mutabakat bir zafer olarak sunulsa da kamuoyundaki etkileri şimdiden tavsamış
görünüyor. Toplumun temel gündemini geçim zorluğu oluştururken bu etkinin kısa
vadede unutulması beklenebilir.
Erdoğan İktidarda Kalabilmek İçin Savaş Kartını Öne Sürüyor
Sınır ötesi operasyon 4 ayı buldu Nisan ayında Mesrur Barzani’nin İstanbul’da Erdoğan ile görüşmesinin ardından,
TSK, Kuzey Irak’ta Metina, Zap, Avaşin-Basyan bölgelerinde yeni bir harekat
başlattı. 2018’den beri devam eden PKK’ye karşı operasyonlar dizisi ile Kuzey Irak
toprakları Ankara için tampon bölge haline geldi. Bağdat ya da Erbil ile formal
anlaşmalara girilmeksizin gerçekleştirilen bu eylemler “alan kontrolü” konsepti
çerçevesinde de facto işgal niteliği taşıyor. Türkiye üslendiği alanlarda kalıcılaşıyor.
KDP ise hem Bağdat hükümetine karşı Türkiye ile ilişkilerinden istifade ediyor, hem
de bölgede derinlik kazanan PKK’nin zayıflatılmasını amaçlıyor; TSK’ya lojistik ve
istihbarat desteği sağlamasının yanında yer yer operasyonlara dahi katıldığı
belirtiliyor. Diğer yandan Türkiye’nin eylemleri Şengal bölgesinde İran ile
aralarındaki çıkar çatışmasını derinleştiriyor. Havadan ve karadan yapılan
bombardımanlar ise yaşam alanlarını yok ediyor, sivil can kayıplarına neden oluyor.
Dört ayını dolduran sınır ötesi harekatta TSK’nın ciddi bir direnişle karşılaştığı,
belirgin bir başarı sağlayamadığı, buna karşılık çok sayıda asker can kaybının olduğu
görülüyor.
Rojava’da demografik yapıya işgalci müdahaleler
Dünyanın gözü Ukrayna savaşına dikkat kesilmişken, Erdoğan Mayıs ortasında "30
km derinliğinde ‘güvenli bölgeler’ oluşturma amacıyla Suriye’ye harekat sinyali”
verdi. Ardından Tel Rıfat, Menbic ve Kobani olası operasyon bölgeleri olarak
duyuruldu.
“Güvenli bölgeler” oluşturma adı altında lanse edilen işgal tehditlerine bu bölgelere 1
milyon mültecinin yerleştirileceği iddiasıyla hem içeride hem de dışarıda meşruiyet
sağlanmaya çalışılıyor.
Türkiye’nin daha önce iddia ettiği gibi Fırat Kalkanı bölgesine beş yüz bin mültecinin
yerleştirildiği de şüpheli. Bu sayı Avrupa’ya göç eden mülteci rakamları da eklenerek
şişiriliyor. Bunun yanında geri dönen mülteciler ne Fırat Kalkanı alanlarına, ne
İdlib’de inşa edilen briket evlere ne de Cerablus’a geri döndü. Bunun yerine cihatçı
örgüt üyeleri ve Türkiye’ye bağlı hareket eden Suriye Milli Ordusu (SMO) militanları
bu bölgelere yerleştiler. Yerel halk ve Kürt nüfus zorunlu göçe tabi tutuldu. Üstelik
buraya yerleşen milisler yağma, gasp, cinayet, insan kaçırma, taciz ve tecavüz gibi
birçok suça karıştılar. Devamlı olarak çatışma riskinin bulunduğu bu şehirlerde
güvenlik sağlanamadığı gibi, terör tehdidinin asıl kaynağı da bu bölgeler haline geldi.
Amaç Kürt kazanımlarını bertaraf etmek
Erdoğan iktidarını koruyabilmek için Kürtlerin tüm tarihsel kazanımlarını bertaraf
etmek istiyor. Kendine bağlı milisleri yerleştireceği sınır bölgesini Kürtlerden
tamamen arındırmak, Rojava topraklarının bütünlüğünü bozmak ve stratejik alanlarını
elinde tutmak istiyor.
Efrin işgalinden sonra, YPG ve yerel halklar büyük oranda Tel Rıfat bölgesine
yerleştiler. Bu civarda 100’ün üzerinde Kürt köyü bulunuyor. TSK ve ona bağlı SMO
milislerinin devamlı olarak ateş tehdidi altındaki sivil halk Efrin, Serekaniye ve Gire
Spi’de yaşananlara bir kez daha maruz bırakılıyor.
Rojava operasyonu ABD ve Rusya’nın onayını bekliyor
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken yaptığı açıklamada “IŞİD’le mücadeleyi
tehlikeye sokacağı için endişe duyuyoruz, gerilimin artmasına karşıyız”
açıklamalarında bulundu. Fakat ABD, Suriye’de kendi çıkarlarını önceliyor; Fırat’ın
doğusundaki tedarik zincirlerinin kesintiye uğramaması temel amaçlarından biri.
Rusya ise, Türkiye’nin tehditlerini geçmişte olduğu gibi Kürtleri Şam’la anlaşmaya
itebilmek için kullanıyor. Esad ve Suriye Dışişleri tarafından Türkiye’nin amacı
“demografik yapıyı değiştirmek ve işgali derinleştirmek” olarak nitelendi. Aynı
şekilde İran, Suriye’ye paralel açıklamalarda bulundu.
Türkiye, 2016 yılında başladığı harekatlarla işgal alanlarını cepler şeklinde
genişletirken, 2019 yılından sonra sahadaki tablo değişti. Suriye Ordusu ve Rusya
ABD’nin çekildiği alanlara yerleşirken Tel Rıfat, Menbic bölgelerinde askeri
varlıkları bulunuyor. Halep’in hemen kuzeyinde kalan Tel Rıfat’a Türkiye destekli
SMO’nun yerleşmesi rejimi tehdit ederken, Zehra ve Nubul adlı iki Şii beldesinde İran
destekli milisler bulunuyor. Stratejik önemi bulunan bu iki kentte Suriye’nin
kazanımlarının aleyhine gelişecek bir harekat Rusya tarafından desteklenmiyor. Yine
Fırat’ın doğusunda Kobani, M4 karayolu üzerindeki Ayn İsa ve Tel Temir de tehdit
altındayken, olası operasyon ABD ve Rusya çıkarlarının gözetildiği belirli ceplerde
hayat bulabilir.
Fakat, her türlü ağır silah ve SİHA’ların kullanıldığı saldırılara karşı Rojava tehdidin
gerçekliğiyle hareket ediyor. Şam yönetimi ile ortak hareket etmenin yolları aranıyor.
İşgal tehdidine karşı Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi 6 Temmuz’da tüm
bölgelerde olağanüstü hal ilan ettiğini duyurdu ve tüm imkanların seferber edileceğini
bildirdi.
Halklar barış istiyor: ‘Çözüm Bizde’
Ortadoğu halklarının kaderi; muktedir siyasetçilerin hırsları ve milliyetçi safsataları,
NATO’nun çıkarları, silah tüccarlarının kazançları ekseninde değil, halkların
demokratikleşme ve özgürleşme arzusu, mücadele azmi üzerinden şekillenecek.
Türkiye’de AKP-MHP rejiminin faşizmi kurumsallaştırma hamlelerinin geriletilmesi,
Ortadoğu’nun barış ve demokrasiye kavuşması ile doğrudan ilintilidir. Sınırın
ötesinde de berisinde de halklar, demokrasiden yana tüm güçler; diktatörlük ve savaş
ikilemi dışında bir üçüncü yolun hayata geçmesi için mücadeleyi yükseltiyor; savaş ve
yoksulluk üreten politikaların karşısında çözümün adresine işaret ediyor: “Çözüm
Bizde”!